Anton Çehov’dan bir öykü…
Beşinci yüzyılda şimdiki gibi Sabahleyin güneş doğar akşam batardı. Gündüzler gündüzlere, geceler gecelere benzerdi. Arada bir bulutlar toplaşır, gök öfkeyle Gürler, ya da yolunu şaşıran Gökyüzünden bir yıldız kayar giderdi. Solgun yüzlü bir keşiş koşa koşa manastıra gelir, keşiş kardeşlerine yolda bir kaplan gördüğünü anlatırdı, hepsi o kadar.
Bunun dışında gün günün gece gecenin aynıydı. Keşişler durmadan çalışır, tanrıya dua ederlerdi. Baş keşişse bir yandan şiir yazarken, bir yanda da, kutsal müzikler bestelerdi çalar Org. Bu olağanüstü ihtiyarın inanılmaz yetenekleri vardı. Orgu öyle çalardı ki, en yaşlı keşişler safra kulakları iyice ağırlaştığı halde enfes müziğin ezgileri hücrelerine ulaşınca gözyaşlarını tutamazlardı. Baş keşiş en olağan şeylerden, diyelim ağaçlardan, Hayvanlardan, denizlerden söz edince keşişler onu ya, yağ ağlarlardı Gülümser dinlerken. Sanırdınız ki, orgun telleri gibi onların gönül telleri de titreşiyor. (... ..)
Böylece aradan 20-30 yıl geçti akti. Günün günden, gecenin geceden hiç bir farkı yoktu. Manastırın önünden yaban hayvanlarından, yırtıcı kuşlardan başka kimse gelip geçmiyordu. İnsan en yakın yerleşim birimi çok uzaklardaydı. Oradan manastıra,
manastırdan oraya gitmek için insanın Colden en azından yüz fersah geçmesi gerekiyordu.
Işte bu yüzden bir gece manastırın kapısını yabancı bir adam çaldığın keşişlerin yüzlerini görmeliydiniz. Adam uzak kentlerin Birinden gelmişti. Üstelik yaşamayı yedi Sıradan günahlılardan liriydi. Girmez baş keşişin onu kutsayıp Manastırdan girer, dua etmesini dileyeceğine, şarap ve yemek istedi. Böyle uzak bir kentten nasıl olup da yolunun Cole düştüğünü sormaları üzerine, uzun bir avcılık öyküsü anlatmaya başladı. Sözde ava çıkmış, geçtiği yerlerde içkiyi fazla kaçırıp yolunu şaşırarak ta buralar kadar gelmiş ...
Kendisine keşiş OLMASINI, böylece ruhunu kurtarmasını önerdiklerinde gülerek, "Ben sizlere yoldaş olamam" diye karşılık verdi. Karnını doyurup bir güzel kafayı çektikten sonra anlattıklarını ilgiyle dinleyen keşişlere döndü. Onları suçlarcasına başını salladı ve şöyle dedi:
"Ey keşişler! Siz burada ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bana kalırsa yiyip içmekten başka Yaptığınız bir şey yok. İnsanın ruhu böyle mi kurtulur? Siz burada huzur içinde yer içerken, mutluluk hayalleri kurarken, dış dünyada yakınlarınız yok olup gidiyorlar, sonunda cehennemi boyluyorlar. Bir bölümü açlıktan kırılıyor, bir bölümü de altınlarını nerede harcayacaklarını bilemedikleri için işrete dalarak bala saplanan Sinekler gibi geberip gidiyorlar. Insanlarda ne inanç kalmış ne Gerçeklik duygusu ... Peki, onları kurtarmak kimin işi? Doğru yolu onlara kim gösterecek? Sabahtan akşama kadar içki içen benim gibi biri m? ... Ulu Tanrı dört duvar arasında Oturup bir şey yapmayasınız diye mi sizlere derin bir inanç, dingin bir ruh, yedi bir yürek verdi? "
Kentli adamın sarhoşluktan dolayı söylediği sözler bu cüretli Terbiye sınırını aşıyordu. Gelgelelim Baş keşişi garip bir biçimde etkilemişti. Keşişleriyle şöyle bir bakıştıktan sonra, sapsarı bir yüzle dedi ki:
"Kardeşlerim adam doğru söylüyor, gerçekten Zavallı insanlar akılsızlıkları, zayıflıkları yüzünden günaha giriyor, inançsızlık içinde yok olup gidiyorlar. Bizler de sanki hiç birimizi ilgilendirmiyormuş gibi kılımızı kıpırdatmadan oturuyoruz. Bu duruma göre ben niçin onların arasına karışıp unuttukları İsa'yı akıllarına getirmeyim."
Ertesi gün bastonunu aldı, keşişleriyle vedalaştı, yabancının Geldiği kentin yolunu tuttu. Keşişlerse onun müziğinden, konuşmalarından, şiirlerinden yoksun manastırda yalnız başlarına kaldılar. Aradan bir ay geçti, ikinci ay geçti, baş keşişi çok özlediler. Ama ondan bir haber yoktu. Üçüncü ayın bitiminde bastonunun Tanıdık tıkırtısını duydular manastırın kapısında. Bütün keşişler başkanlarını karşılamak üzere kapıya üşüştüler. Onu soru yağmuruna tuttular. Baş keşişse onları sevindirecek yerde acı acı ağlamaya başladı, ağzından tek söz çıkmadı. Keşişler, başkalarının iyice yaş lanıp çöktüğünü far etmişlerdi. Yüzünde yorgunluğun yanında derin bir üzüntü okunuyordu. Ağlaması gücendirilmiş bir adamın ağlamasına benziyordu. Bunun üzerine keşişler de ağlamaya başladılar. Ona niçin ağladığını, niçin yüzünün asık olduğunu sordular. Ama baş keşiş yine bir şey söylemedi. Gidip hücresine kapandı. Böylece yedi gün bir şey yiyip içmeden kaldı orada. Yalnız org çaldı, hıçkırıkları duyuldu. Keşişler kapısını Calip üzüntüsün paylaşmak istedikleri zaman derin bir sessizlikle karılaştılar.
Sonunda çıktı hücresinden, bütün keşişleri etrafına topladı. Ağlamaklı, öfkeli, üzüntülü bir yüzle Son üç ayda başından geçenleri anlatmaya başladı. Manastırdan kente kadar geçen yolculuğunu anlatırken sesi sakindi. Yüzünde gülücükler oynaşıyordu. Kente kadar Kuşların ötüşünü, derelerin çağıltısını dinlemiş, yüreğini tatlı gençlik umutları doldurmuştu. Tıpkı savaşa giden, zafer kazanacağına inanan bir savaşçı gibi hissediyordu kendini. Böyle hayaller kurup, şiirler okur, marşlar söylerken yolun nasıl bittiğini fark etmemiş bile.
Sıra kentte insanlar arasında geçirdiği günleri anlatmaya geldiğinde birden sesi titredi, gözlerinde bir öfke parladı. Kente girerken gördüğü görüntüyü daha önce ne görmüş, ne de böyle bir şeyi tasarlamaya kalkışmış ... Ancak orda bu geçkin yaşında ilk kez Şeytanın bu kadar güçlü, insanlarınsa bu kadar zayıf ve Zavallı olduklarını görüp anlayabilmiş.
Şu Bahtsız rastlantıya bakın ki, ilk karşılaştığı yer ahlaksızlık yuvası bir evmiş. Buraya bol Paralı elli kadar adam doluşmuş, ölçüsüz biçimde yiyip içerek eğleniyorlarmış. Şaraptan Kafaları dumanlandıktan sonra şarkılar, türküler arasında öyle iğrenç sözler söylemeye Başlamışlar ki tanrıdan korkan insanlar bu sözleri ağızlarına almaya çekinirlermiş. Sınırsız Mutlu, Atak, Özgür sarhoşların şeytandan da derecede ölümden de korktuklar yokmuş. Onun istediklerini yapıyor, şehvetleri onları nereye sürüklerse oraya koşuyorlarmış.
Baş keşiş kızgınlığı gittikçe artarak, öfkesinden ağlayarak gördüklerini anlatmayı sürdürüyordu. İşrete dalan bu insanlar ortaya bir masa koymuşlar, üzerine de yarı çıplak bir kadın çıkarmışlar. Yeryüzünde onun gibisine rastlamak zormuş.
Yaşlı baş keşiş, iffetsiz kadını bırakıp, öfkeyle ellerini sallayarak, at yarışlarına, boğa güreşlerine, tiyatro gösterilerin geçti. Kendinden geçmişçesine coskuyla, ballandıra ballandıra anlatıyordu. Keşişlerse donup kalmış bir vaziyette onun anladıklarını olabilir kulağıyla dinliyor, heyecandan solukları kesiliyordu ... Baş keşiş böylece şehrin güzellikleri, Şeytanın Baş döndürücülüğünü, iğrenç kadın bedeninin büyüleyiciliğini bir bir ortaya döktükten sonra, iblisi lanetleyerek hücresine çekildi. Kapısını sımsıkı kapattı. Ertesi gün hücresinden çıktığında manastırda tek bir keşiş bile kalmamıştı. Hepsi şehre Kaçıp gitmişlerdi.
***
Yukarıya "Adsız Öykü" isimli eserini aldığım Anton Çehov, sevdiğim hikâyecilerdendir. Tatillerde daha önce okuduğum kitaplara şöyle bir göz atmaktan hoşlanırım. Bu sefer oltamıza Çehov'un öyküleri takıldı. Adsız Öyküyü nedense birkaç kere OKUMUŞ, sağına soluna epey notlar almışım, yorumlar yapmışım. Aralık 1997 tarihini taşıyan notta şöyle demişim: "Ne de olsa Rus Toplumu işte ... Hiç bizde böyle şeyler olur mu yani! Ömrünü ideallerine, ideolojisine, inancın adamış hangi Türk evladı, makam, mevki, dünyalık uğruna tüm ilkelerinden bir çırpıda vazgeçer! Hoş biz de dinsiz, imansız keşiş ehlinden değiliz ki, 30-40 yıl fikir, inanç çilesi çekip, ilk sınavda iblise mağlup olalım… Şanımızı, şerefimizi, ahretimizi beş pula satalım!
|