1 EYLÜL 2008… RAMAZANIN İLK GÜNÜ…
Geçen yıl Eylül’e şiirler yazdım. Niyetim bu yıl da bir şeyler karalamaktı. Kafamda öyle kurmuştum… Ama bu yıl Eylül, aziz mi aziz bir misafiri ağırlıyor… Ramazan-ı şerifi konuk ediyor. Oruçla tezyin ediliyor, kuranla süsleniyor. Bundan gayrı bizim kalemimiz nasıl erişsin Eylül’e; kelamımız nasıl zikretsin hazanı, hüsranı, hicranı…
Bu yıl Eylüle şiir söylemekten vazgeçişim bu yüzden işte… Yazmak yerine yaşamak Eylülü… Bu kutlu sonbaharı derin bir sükûn içinde yaşayabilir miyim, acaba becerebilir miyim bunu?
İkindiyle akşamın arasında, zamanın gölgelerle cilveleşmeyi sevdiği o güzel vakitte… Lalapaşanın birkaç ağaçla süslü bahçesinde oturup içimi dinledim… Eylülü kokladım. Can kokuyor Eylül... Bu kokuyu burnunuzla hissedemezsiniz… Gönlünüzü, ruhunuzu… Yetmez, tüm benliğinizi burun yapmanız gerek… Hayır, ölüm kokmaz Eylül… Biraz ayrılık kokar, biraz da hüzün…
İşte Eylül’ü ruhumla kokladığım o ikindi vaktinde, elimin üstüne bir kelebek ürkekliğiyle konan sararamaya yüz tutmuş yaprağın kulağına söyledim şu kıtayı:
Meyveyi devşirir dalı kırarız
Yaprak hazanını bekler, dökülür
Derler ki ağaçlar ayakta ölür
Kendi ölümüzmüş gibi ağlarız
Ve gerçekten gözlerim yaşardı, elimdeki yaprağı dizimin üzerine koyup, okşadım, kendi ölüme ağlar gibi ağladım… Nemli gözlerime rızık yorgunu birkaç serçecikle, sesi uhrevi ötüşleri andıran şadırvan yoldaşlık etti.
Eylül’ün iyice şen şakrak hale getirdiği fanilik orkestrası kulak zarlarımı esir almak üzere… Faniliğe meydan okurcasına başını arşa dikmiş minarelerden cesaret alıyor gözlerim. İçime güven ve huzur doluyor. Kulaklarımda, daha yarım saat önce kıraat edilen yüce kelam… Gözüme, üzerinden nice ahbabı yaranı yolcu ettiğimiz musalla takılıyor bu sefer… Ruhuma ebediyet kanatları vadeden minarelerle, yüzüme faniliğimi haykıran musalla arasında gidip geliyorum. Sıkışan ruhumun imdadına orucun Cebrail kanatları yetişiyor. Havalanıyorum. Işığı gölgeleyen yapraklarsa eğer, bırak sararıp solsunlar diyorum. Biraz önce sararıp soluşuna ağladığım yaprak sessiz bir inleyişle cevap veriyor: “ Ama ışık ışıksa eğer, nasıl gölgeleyebilir onu hazan mağduru birkaç yaprak…” Yaprakçık haklı galiba, ışığın manileri çok, engelleri çetin; aşığın gözleri fersiz mi fersiz…
Eylül ikindisi ruhumla oyunlar oynamayı sürdürüyor. Ramazanın uhrevi kanatlarıyla uçup dururken tam, kesif bir hazan üfleyişiyle burnumun üstüne çakılıveriyorum. Ve eski bir şiirimden mısralar dökülüyor dudaklarıma…
Can havliyle sıkmışım yumruklarımı
Parmaklarımın her biri bir genç kaplan dişi gibi
Avuçlarımda kendi yüreğim…
Eylül itirazda… Bırakın vebali bana yüklemeyi de, yaldızlı hüzünler üreten gönüllere çevirin gözlerinizi der gibi… Minicik serçeleri avuçlayan yaramaz çocuklar misali sıkıp durmayın yüreklerinizi… Kendi canınız çırpınmasın kendi ağınızda… Çağırın şifalı elleri imdada, ulaşın ab-ı hayat üfleyen soluklara… Tam zamanı bunun şimdi…
Şimdi şifalı ellerini
Şöyle alnıma koyup
Yüreğimi yüreğine indirmenin
Tam da zamanı
Çünkü mevsim yüzde yüz güz
Çünkü ay yüzde yüz Eylül…
Çetin bir gün yani, yol yokuş yokuş
Yorgun bir kuş, kanatlarına küsmüş
Rüzgâr söylemedi istediği Türküyü diye
Bir yaprak bir dala küsmüş
Tanrıya yalvarmanın tam da zamanı
Zamanı gözlerini çevirip göğe
Ayetet-el kürsi okumanın
Çünkü mevsim yüzde yüz güz
Çünkü ay yüzde yüz Eylül…
Evet, tam zamanı… Her sıkıştığımda sarıldığım en sağlam halat… Burnumu her yere sürtüşümde takındığım kanat… Ayet el kürsi…
Ve sonra beni “bizden evvel gidenlerle” buluşturan birkaç Fatiha…
Lalapaşa’nın önünde kimsecikler yok, cadde kalabalık mı kalabalık. Yanımdan dudakları kurumuş bir delikanlı geçiyor. Elinde özenle tuttuğu paketten burnuma yumurtalı pide rayihası ulaşıyor. Cennet kokusu böyle bir şey olsa gerek… İftara az kaldı galiba, ihtiyar anneciğimin melek elleri kadayıf dolmasının üzerinde şefkatle geziniyordur şimdi… İftar sofrasına geç kalmak olmaz, sakin adımlarla Çaykara Caddesine doğru yürüyorum…
Vahdet Nafiz AKSU
|