KABAĞIN SAHİBİNİ GÜCENDİRMEMEK GEREK
Epey zamandır görüşemediğim dostlarla hasbıhalin keyfini çıkardım geçen gün. Hal hatırdan sonra sözün ucu gelip güncel olaylara dayandı, ister istemez…
Birisi kapatma davasından dem vurdu, diğeri gökte uçan kuşları bile üzen “üzmez kepazeliğinden” söz etti.
Zamlar, enflasyon, terörden söz edelim derken, dost meclisli “siyaset meydanına” dönüverdi.
Ben lafı değiştirmeye uğraşıp şu sıkıcı, boğucu halden kurtulayım derken… Dostlar birbirine ayak veren âşıklar misali coştukça coşuyorlar. Sıra tam da futbola gelmişti ki hörmetli bir ağabeyimiz : “ Daha dün akşam bir kitaptan okuduğum bir kıssa çok hoşuma gitti… Size de mutlaka anlatmam lazım…” diyerek başladı anlatmaya…
Vaktiyle bir derviş nefsi ile mücadele etmeye karar verir.
Fakat iş bir yamalı hırka giymekle olmamaktadır.
Bundan sonra kendine reva görülen her türlü kem sözü, her türlü kötü davranışı hoş görmeye çalışacaktır.
Usule uygun hareket eden derviş soluğu berberde alır bir gün.
Berberden kendisini tıraş etmesini ister. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada durumu izlemektedir. Başının bir kısmı tamamen kazınmıştır.
Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atar ve şaklabanlık yaparak
- Kalk bakalım kabak kalk da tıraşımızı olalım diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olması gerekir. Kaideyi bozmaz derviş, hiç ses etmez, usulca kalkar yerinden.
Berber mahcup olur ama korkmuştur da.
Sesini çıkartamaz.
Kabadayı, dervişin kalktığı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar.
Tıraş sırasında da devamlı olarak dervişi aşağılayıp alay etmeye devam eder.
“Kabak aşağı, kabak yukarı…”
Tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıya çarpar.
Kabadayı orada yığılır kalır.
Ölmüştür.
Görenler çığlığı basarlar.
Berber ise şaşkındır.
Bir bu kötü manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
-
Derviş mahzun ve düşünceli bir şekilde cevap verir:
- Vallahi asla gücenmedim ona. Hatta hakkımı da helal etmiştim… Gel gör ki kabağın bir sahibi var.”O” gücenmiş olmalı!
“ Kıssa bu kadar” dedi, ağabeyimiz ve yanındakine sordu:
“Söyle bakalım, ne hisse çıkardın bu kıssadan…”
“ Galiba başsavcıya gönderme yapıyorsun, kabak kafalı dervişe şaplağı yapıştıran yoksa o mu?”
Ağabey, “ Kıssayı anlatan benim, hisseyi bilmem” diyerek muzip muzip güldü ve diğer yanına döndü:
“ Hele Gardaş, şimdi söyle sen ne hisse aldın?”
“ Bence burada şaplağı yiyen 14 lük sabidir… Hakkın-hukukun sillesini de cümle cihanı üzen üzmez yiyecektir, hatta o yaşta rezil-kepaze olarak yemiştir bile… En zayıf noktasından nice zalim sillesi yiyen mazlum var. Zalimin tavrı çeşit çeşit, binlerce, milyonarlarca… Hatta her zalim en feci fiilini bile şık ambalajlarla sunma çabasında… Kimisi inançları, kimisi insani değerleri, kimisi milli duyguları örtü yapmada kabahatine… Anlayacağınız zehir her seferinde altın kâselerde sunulmakta… Kul hakkını gözetmek her işin temeli değil mi, yüce inancımızın özü, özeti değil mi? Kul hakkını ihlal edenin vay haline, hiç kuşkunuz olmasın ki evvel ahir silleyi yiyecektir ve sillenin sesi taa halepten, şamdan duyulacaktır!”
Baktım iş derin felsefi haller alıyor, söze karıştım:
“ İyi de ben bu kıssadan güncel olayları anlatacak bir hisse çıkaramadım. Yani tam denk düşmüyor hadiselere… Bakıyorum da, buna rağmen hepiniz güzel olmasına güzel, ama söylediğiniz şeylerle çok ilgisi olmayan bir öyküden derin anlamlar çıkarma peşindesiniz!”
Kıssayı anlatan ağabeyimiz biraz da asabi bir ses tonuyla sohbete noktayı şu sözlerle koydu:
” Eeee canım her kıssadan illa da hisse mi çıkarmak lazım… Anlattığım şey ne kadar güncel olaylara uydu bilmem… Uysa da anlattım… Uymasa da…”
|