KAYAYI YOLDAN ÇEKMEK
Vakti zamanında bilge bir Padişah, saraya giden yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, tahtını yolu görebilecek şekilde pencerenin önüne kurdurmuştu.
Yol işlek bir yol. Gelip geçenin haddi hesabı yok. Zengin tüccarlar, kervancılar, eşraftan şahıslar, saray görevlileri sabahtan öğlene kadar yoldan geçtiler… Geçtiler ama nasıl?
Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saray kapısından içeri girdi, yol güzergâhını takip edip başka yerlere gidenler yollarına devam ettiler. Ama öyle sessiz sedasız bir devam ediş değil.
Yolculardan pek çoğu direk padişahı yüksek sesle ve şiddetle eleştirdi. Bir kısmı vezirlere, diğer devlet görevlilerine tenkit okları yağdırdı.
“ Bu ne biçim padişah böyle, daha sarayının önündeki yoldan habersiz, bir kayayı bile kaldıracak gücü yok” diyen de oldu “Halkından aldığı vergiler haram olsun, gözüne dizine dursun, çoluk çocuğundan çıksın” diyen de…
Bazıları da “Padişahın ne kabahati var, şu keçisakallı vezir var ya, şu keçisakallı vezir, asıl o ilgilenmeli böyle işlerle“ şeklinde mırıldandılar.
“Yahu böyle gelmiş böyle gider, işler günden güne bozuluyor, eskiden böyle miydi? Ahhh o eski zamanlar ah” diyenlerin sayısı da az değildi.
Neyse efendim sözü uzatmayalım, halkın ağzı torba değil ki büzesin. Söyleyen söyleyene, eleştiren eleştirene… Halkın eğilimi böyledir, övmeyi içinden yapar, sövmesi alenidir ve ekseriyetle de koro halindedir!
Nihayet uzaktan bir köylü göründü. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzere yere eğildi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu. Bir de padişahın notu vardı içinde: Altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu padişah.
***
"Kötümserleşmek, bilge gibi görünmenin en kolay yoludur. Ve kötümser olunabilecek bir sürü konu var." diyor Alvın TOFLERR.
Evet, hele de Erzurum gibi kalkınma yolunda ağır aksak ilerleyen, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk gibi büyük sorunlarla boğuşan bir şehirde “kötümserlik obezitesine ” kolayca neden olabilecek ne çok gıda var, değil mi?
Özellikle kamuoyu adına siyasi ve bürokratik erki denetleme görevi de bulunan medya gibi meslekler için, “doz idrakinin” kaybedilmemesi şartıyla kontrollü bir kötümserliği yararlı bile görebiliriz.
Ama işi eleştirmek değil, çareler üretmek, çözümler aramak olan kişilerin sabahtan akşama kadar dizlerini dövüp “ne olacak bu memleketin hali” feryatlarını ben anlamakta zorlanıyorum. Memur kendi çözeceği meseleden şikâyetçi, müdür yetkisini kullansa hallolacak problem için söylenip durmada… Bürokrat “ bu iş böyle yürümez” korosunun şefi sanki…
İşte bunların tutumları “yoldaki taşın etrafından dolanmak” tavrı… Bizim becerikli köylü gibi şöyle bir omuz verseler yolu açacak olanlar, taşın etrafında arabesk feryatlarla tavaf edip duruyorlar. İşte bu sorumsuz, şuursuz ve kolaycı tutum canımı sıkıyor benim.
Yazılarımda sorunların altında ezilmemeyi öğütleyip, çıkış yolları göstermeye çalışmamı idrak edemeyenlere söyleyecek sözüm yok. Anlayan anlıyor bizi, maksadımızı biliyor her hafta tenezzül edip satırlarımıza göz gezdirenler.
Peki, durup dururken böyle bir yazıya neden gerek duydum?
Kıymet verdiğim bir dostum, nüfus azalması meselesini işlediğim son yazım üzerine bana uzunca bir mektup göndermiş. Şehrin güncel sorunlarına dikkat çekip, benim sorumluları yeterince teşhir etmediğimi, konulara biraz yumuşak üslupla yaklaştığımı ifade etmiş.
Yerel basında sorunları her gün didik didik eden, en sert şekilde eleştiren değerli kalemler var. Eleştirel noktada yerel basında ben bir zafiyet görmüyorum. Benim yoğurt yiyişim böyle. Meseleyi bütün açıklığıyla, gerektiğinde rakamlarla ortaya koyup, aklımın yettiğince önerilerde bulunmak.
Hemen söyleyeyim ki, aslında köşe yazarının benim yapmaya çalıştığım gibi sorunu ortaya koyup, önerilerde bulunma gibi bir zorunluluğu, misyonu yok. Onun işi sorunu ortaya koymak, aksaklığın, eksikliğin fotoğrafını objektif olarak çekmek… Dedim ya, benim tarzım böyle… Böyle olmaya devam edecek.
Seksen yedi yaşında ölene kadar otuz dokuz farklı ülkeye gitmiş, on bir kitap yazmış, Oscar ödülü kazanan iki filme ilham kaynağı olmuş ve görme engellilerin hakları için savaşmış "kör ve sağır" yazar, Helen Kellerin bir cümlesiyle bitirelim yazıyı:
“Hiçbir kötümserin yıldızların sırlarını keşfettiği, ayak basılmamış topraklara yelken açtığı veya insan ruhuna yeni bir cennet sunduğu görülmemiştir."
|