Vahdet Nafiz Aksu

ANA SAYFABUGÜNKÜ ERZURUMYEREL YAZILAR MAKALE / FIKRA / ÖYKÜ ERZURUM YAZILARI KİTABITÜM ŞİİRLERİM PDF

serbest  şiirlerimheceyle şiirlerim heceyle rübailer sesli şiirlerim resimli şiirlerimşiir sunuları

 

Vahdet Nafiz Aksu

E-KANAL CANLI YAYIN

TRT'DEKİ SÖYLEŞİLERİM

USTALARDAN SESLİ ŞİİRLER

ŞİİR VİDEOLARI -VNA

HER ŞEYİN BAŞLADIĞI ŞEHİR

ÖNERİLER/ETKİNLİKLER

STRATEJİK HEDEFLER

BELGELERLE ERMENİ ZULMÜ

NET KÜTÜPHANE

100 TEMEL ESER

TARİH/ KÜLTÜR SOHBETLERİ

OSMANLI TARİHİ

SARI GELİN KİMİN TÜRKÜSÜ

ERZURUM  FIKRALARI

ÖZGEÇMİŞİM

FOTOBEN

KİTAPLARIM



SÖZÜN SERHADDİ DUA




stratejik araştırma kurumları

araştırmacılar için kaynaklar

Türk dünyası araştırmaları

filozofların fikir dünyası

mevlana ney ve sema

Türk edebiyatı kolleksiyonu

edebiyat söyleşileri

düşünce dergi ve siteleri

e-kitap bankası

altı çizili satırlar

kuran ufku

öğrenciler için kaynaklar

ekovart tv-sanat haberleri

Türk islâm sanatları

kültür ve turizm bakanlığı

kent kent yeryüzü

yapı kredi kültür-sanat

gazetelerin birinci sayfaları

yerel medya

gazetelerin internet sayfaları

bebek ve anne com

gerekli tüm linkler



 
SIK DİNLEDİKLERİM

 




kelâm-ı kibar


 

 

  İletişim Formu


 

bu sayaçtan önceki ziyaretçi:
165900

 

 

Google Site

 

 

 
 
İNANMIŞ ADAM, BÜYÜK ŞAİR…

27 Aralık, Mehmet Akif Ersoy'un ölümünün 71'inci yıldönümüydü.

Bütün yurtta değişik tören ve faaliyetlerle “anılmış gibi yapılan” büyük şairimiz için Erzurum’da ne gibi etkinlikler yapıldı, ayrıntılı olarak bilmiyorum. Kurtuluş mucizemize ruh üfleyen bu büyük şahsiyetin hatırasını yetim bırakmamak için şüphesiz ilgili kurumlarımız gerekli özeni göstermişlerdir. Sözün burasında, Taceddin Dergâhı’nda her yıl onun hatırasını yadeden, içlerinde değerli hemşehrilerimizin de bulunduğu vefakâr kültür-sanat insanlarına teşekkür borcunu yerine getirelim.

Merhum Akif, haşatı boyunca dinin yanlış anlaşılmasından, kutsal kitabımızın saygı gerekçesiyle duvarların en güzel köşesine asılıp, bir daha da indirilmemesinden şikâyet etti. Günümüzde yüce kitabımız duvardan kitapçı vitrinlerine, ev kütüphanelerine, çalışma masalarına inmiştir ama, hala kalplere inebilmiş değildir ve kuran ruhuyla aramızda yıkılması zor duvarlar Çin Seddi heybetiyle dimdik ayaktadır. Onun Safahatı da maalesef aynı akıbete uğramıştır. Safahat, en çok basılan, birçok evde bulunmasına rağmen en az okunan, okuyanların da ruhunu anlayıp, kavrayamadığı garip, boynu bükük bir eserdir hala… O büyük eser, inananları hep ilim, çalışma, dinamizm, yenilik, ilerleme yolunda teşvik ederken... Dinin en doğru şekilde anlaşılıp tatbikini öğütlerken… Güya Akif´in yolunda gittiklerini söyleyenler bu esasları ne derece kavramışlardır? Onun doğum ve ölüm yıldönümlerinde kendime bunu hep sorarım. Kişisel görüşüm şudur: Akif ve eseri, istiklal marşı dâhil anlaşılamamış ve aşılamamıştır. Bu hepimizin ortak eksikliği, müşterek ayıbıdır.


Nazım Hikmet, meşhur “Kurtuluş Savaşı Destanı”nın 71.sayfasında onun için “Akif, inanmış adam, Büyük şair” diyor. Yazı başlığına onun dizesini aldım. Akif’i iki kelimeyle ifade edin diye yarışma açsanız, kim bundan daha güzelini söyleyebilir? Evet, Akif tek kelimeyle odur: İNANMIŞ ADAM… Bundan büyük paye olabilir mi? Evet, Akif yine tek kelimeyle odur: BÜYÜK ŞAİR.

“Akif’in büyüklüğü için Nazım’ın tanıklığına ne ihtiyaç var?” diyeniniz olabilir. Ama bence en şiddetli muarızın bile böyle bir hak teslimi önemli… Hele de günümüz aydınlarınca millet ekseriyetinin “ göbeğini kaşıyan adam” ilan edildiğini düşünürsek… İngilizce şarkı söyleyip birincilik alan sanatçılarımız, Türkiye’yi kanlı katil ilan edip ödül kapan yazarlarımız, bidon kafalı köşecilerimiz, ülkesini terk etme tehditleriyle kıymete binen piyanistlerimizden oluşan aydın takımı önümüzde resmigeçit yaparken… Akif’i ve onun temsil ettiği “derin millet damarını” tanımlamak noktasında Nazım Hikmet’i takdir ettim ve onun dizesini yazı başlığı yapmakta asla tereddüt göstermedim. Evet, Akif gerçekten budur ve bundan da ötesidir işte: İNANMIŞ ADAM BÜYÜK ŞAİR…

Büyük şairimizi rahmet ve minnetle anarken, önce vasiyeti niteliğindeki mısralarını hatırlayalım, sonra da dostlarının aktardığı birkaç anıya yer verelim:*

'Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulayı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma
Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?'


SEVMEDİKLERİ
İki adamı sevmezdi: Fazla terbiyeli ve fazla terbiyesiz olanı.
Nezaket, ona insanların gizlenmeye muhtaç olan bir taraflarını örten bir şey gibi görünüyordu. Gözünde, fazla nazik olan adam, gizli adamdı. İkiyüzlülere garazdı. Fakat yaşı ilerledikçe:
“İkiyüzlüleri artık sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.”Diyordu.

ALENEN DÜŞÜNEN ADAM
Akif, vitrin-adam değildi. Önünden geçenler onu göremezdi. Akif’i görmek isteyenler içine girecekti. O, alenen düşünen adamdı. Düşünmekle söylemek arasında mesafe vardır. O, bu mesafeyi kaldırdı: Onun bir şey söylemesi demek, o şeyi alenen düşünmesi demekti.
O, toplumsal kabadayı idi. Kendi fikrinden korkmak, kendi yüzünden korkmak onda yoktu: Ne fikri, ne yüzü, hayat boyunca onun için değişmedi.

MİLLÎ MÜCÂDELE
Kurun gazetesi başmuharriri Asım Us anlatıyor: Anadolu hareketinin ilk başladığı sıralarda idi. Bir gün Babıâli caddesinde Sebîlürreşâd idarehanesinde birkaç kişi konuşuyorduk. Hazır bulunanlardan biri Anadolu hareketinin bir İttihatçılık eseri olduğunu söyledi.
O zamana kadar düşünceli bir tavır içinde hemen hiç söz söylemeyen merhum Âkif birdenbire heyecanla “– Hayır, dedi; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna herkes el birliğiyle sarılmalıdır.”

CİMRİLERE ÇOK KIZARDI
Hasislere çok kızardı. Hasis kimselerle katiyen görüşmezdi. Hasisler hakkında söz açıldı mı, hemen fıkralar naklederdi. Hasislere dair çok fıkraları vardı:
Baytar Tevfik anlatıyor: Meşrutiyet’ten evvel, Âkif Bey, Ziraat Vekâleti’nde memur. Müfettiş Abdullah Bey namında hasisliğiyle meşhur bir zat da Âkif Bey’in âmiri. Abdullah Bey, Çengelköyü’nde İcâdiye’de oturuyor. Orada birçok arazisi var. Âkif Bey de İcâdiye’ye her gün yaya inip çıkıyor. Birgün Abdullah Bey’le görüşürken bir beygir almak istediğinden bahseder. Abdullah Bey:
“– Benim beygiri sana satayım” der.Pazarlık ederler. Üstat beygiri alıp eve götürür. Arpa verir, hayvan arpayı yemez.Üstat gülerek bunu anlattıktan sonra:“– Ne dersin, fiefik! Hayvan arpayı tanımadı!” dedi.

KURU FASULYE
Akif Bey hayatında eğilmedi, gerek istibdat devrinde, gerek Meşrûtiyet senelerinde açlığa rızâ gösterdi, kimseye eyvallah etmedi.
Genel seferberlik zamanı idi, Akif bir arkadaşı ile birlikte oturmuş, fasulye aşı yiyordu. Nezâret erkânından biri çıkageldi. Selâm tebliğ etti. Yazılarında o derecede ileri gitmemesini nazikçe söylemek istedi. Akif öfkeyle dedi ki: “Nâzırına söyle, kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam!”

DİN ANLAYIŞI
Şüphe yok ki Akif dindar bir adamdı, halis bir Müslüman’dı. Müslümanlık onun için “şehâmet dini, gayret dini” idi. Müslümanlığın billur şeffaflığıyla ruha sinen, saf, besleyici, doyurucu, sürükleyici ve hızlandırıcı itikatları onun ruhunu kaplamış, bütün hareketlerinin, düşünüşünün ve yaşayışının temeli olmuştu.
Kendisi bu hususta kesinlikle taklitçi değildi. “Asıl”cı idi. Din onun için bir asıldı. Kendisi bu “asıl” ile doğrudan doğruya karşılaşan aslı aslından öğrenen ve anlayan bir adamdı. Ona göre Müslümanlık, insanlara gerçek insanlığı öğreten, esaret zincirlerinin hepsini kıran, Allah’tan başka bir varlığa baş eğdirmeyen, Allah’tan başkasına el açtırmayan, hülâsa en asil, en mert, en şerefli, insanlık idealini yaşatan bir dindi. Onun bütün hayatında yaşadığı din, bu dindi.
MÜSLÜMANLAR NEDEN GERİ KALDI?

Hocalara da şiddetli hücumlarda bulunurdu. Bir gün sohbet esnasında söz hocalara intikal etti. Keskin hücumlara başladı. Birçok yerde haklı idi. Aşırı noktalarını biraz düzeltmek etmek istedim. Münakaşa uzadı. En son bana dedi ki: “Hoca, İhyau Ulûm’un var mı?”, “Var” dedim. Birinci cildini istedi. İlim bahsini açtı, gerekli yerlerini okudu. Dedi ki: “ Sosyal hayata ilişkin ilimleri, mesela tıp ilmini öğrenmek farz-ı kifaye mi?”
“Hayât-ı beşere âid ilimleri, meselâ tıp ilmini öğrenmek farz-ı kifâye mi?”“Evet” dedim.“Bunun dayandığı ilimler de farz-ı kifâye olur mu?” - “Evet”
“CToplum hayatına ait ilimler, fenler, meselâ en basiti lüks olmayan mensucat üretimini öğrenmek ve dokumak farz-ı kifâye mi?” “Evet öyle olması lâzım. Gazali öyle söylüyor.”
‘Ya müdafa araçları? Meselâ balistik ilmi ve bu ilmin dayandığı yüksek matematik, fizik, kimya, makine ilimleri farz-ı kifâye mi?” - “Evet.”
“Ey, farz-ı kifâyenin hükmü ise ihtiyaç duyulduğu takdirde farziyyetin herkesi kapsaması değil mi?” - “Öyle.”
“Peki, din ilimlerinin zorunlu olanından ilerisi, yâni din âlimi olmak da farz-ı kifâye değil mi?” “Evet öyle.”
“Öyle ise, yüzlerce din âlimine karşı memleketin bir hekimi yok iken, din âlimi olmanın farz-ı kifâyeliği kalmadığı, fakat bir doktor yetiştirmenin farz-ı ayın olduğu zamanlarda niçin medrese farzın yerine getirilmesine koşmamıştır? Acaba ulemâ sınıfı bu gibi dînî emirlere kulak assalardı, başımıza bu haller gelir miydi? Müslümanlık bu za’fa uğrar mıydı? Bu durum maskaralık değil de nedir? Gazâlî’nin haykırmasına niçin kulak verilmedi?”
“Doğru” dedim, sustum, Çünkü yerden göğe kadar haklı idi.

KUR’AN’A OLAN YAKINLIĞI
Üstadın son seneleri hep Kur’an tercümesiyle geçtiği için artık Kur’an onun bütün kalbini, bütün ruhunu, bütün varlığını kaplamıştı. Beden gücü müsait olduğu zamana kadar her gün mutlaka bir parça Kur’an okurdu. Evvelce günde birkaç cüz okuyabilirken, sonraları takatsizliği nedeniyle birkaç sayfaya kadar indi. Hiç okuyamayacak kadar hastalanınca, Hafız Necati onu Kuransız bırakmadı. Hemen her gün onun başı ucunda, sakin ve sessiz odasında, hazin hazin okudu. O da gözleri kapalı, hazin hazin dinledi



* Dörtlük, Haber7.com'da yayımlanan "Mehmet Akif'in 4 mısralık vasiyeti" başlıklı yazıdan; hatıralar, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi73/hatiralar.doc’ dan alınmıştır.