SlLOW CİTİES!
Dünyanın nüfusu yedi milyara gelip dayandı. Büyük şehirler yoğun nüfus akınından bunalıyor, insanlar günlük hayatın telaşından yorgun düşüyor. Üstelik şehirler, giderek kimliklerini, ruhlarını kaybetmeye başladı. Hemşeriler artık sadece trafiği, karmaşayı, kargaşayı paylaşıyorlar; sanatı, kültürü, geleneksel değerleri değil…
Kenti, büyük alışveriş merkezlerinden, devasa sitelerden, köprülerden, kavşaklardan, rengârenk ışıklardan ibaret sanmanın yanlışlığını söylemeye gerek var mı? Şehirleri ayakta tutan “Ruh” kaybedilirse bütün bunların ne önemi kalır?
Avrupa’da modern hayatın hayhuyundan yorulan… Kentlerinin kimliğine, ruhuna kayıtsız kalmak istemeyen insanlar, yeni bir şehirleşme yaklaşımını hayata geçirmeyi başardılar: Slow Cities / Yavaş Şehirler!
Epey zamandır ilgimi çeken “Yavaş Şehirler!” hareketiyle ilgili olarak Googleden derleyip, bir kenarda sakladığım bilgi notlarına birlikte göz atalım bugün.
Yavaş Şehir hareketi, küçük kentlerin geleneksel yapılarını, sıkı kuralları dikkatle uygulayarak korumaları gerektiğini savunuyor: Arabalar şehir merkezlerinden çıkarılmalı, insanlar sadece yerel ürünleri tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalı. Bu küçük şehirlerde, süpermarket ya da McDonald’s aramanın bir anlamı yok.
Tüm Avrupa’da hızla yayılan bu akım, Asya’ya da sıçrayıvermiş!
Yavaş Şehirler, çevrebilim ve sürdürülebilirlik alanında bilimin son buluşlarından da faydalanarak, Ortaçağ’dan ya da Rönesans Dönemi’nden kalma kentsel öğeleri korumaya çalışıyorlar.
Yavaş Şehir bildirisi, gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkân ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi, 50’den fazla taahhüt içeriyor.
Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre Yavaş Şehirlerin şu şartları sağlaması gerekiyor:
1 - Etrafını çevreleyen bölgenin ve kentsel düzenin niteliklerini korumak ve geliştirmek için, yeniden kullanma tekniklerini araştırarak, çevresel politikalar uygulaması,
2 - Toprağın işgali için değil, kullanımının geliştirilmesi için, işlevsel bir altyapı politikası yürütmesi,
3 - Çevrenin ve kent düzeninin kalitesini geliştirmek için teknoloji kullanımını teşvik etmesi,
4 - Doğal, çevreyle uyumlu tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketimini desteklemesi, genetik yapısıyla oynanmış ürünleri hariç tutarak, Slow Food Ark ve Presidia projeleriyle işbirliği içerisinde, zor durumlar için gereken tipik ürünlerin üretilmesi,
5 - Bir bölgenin kültür ve geleneklerinin korunarak, simgeselleşmesine katkıda bulunup, yerli üretimi teşvik etmesi ve tüketicilerle, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için tercih edilebilir ortamlar ve mekânlar yaratmayı desteklemesi,
6 - Konukseverlik kalitesini ve yerel toplum ile onun belirli özellikleri arasında gerçek bir bağ kurmayı desteklemesi, bir şehrin kaynaklarının eksiksiz ve yaygın olarak kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engelleri kaldırması,
7 - Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimiyle tanışmasına özel bir dikkat göstererek, yalnızca iç işletmecilerinin değil, bütün vatandaşlarının Yavaş Kent’te yaşadıklarına dair farkındalıklarını sağlaması.
***
Zamanı durdurmanın ya da yavaşlatmanın elbette imkânı yok. Ama günlük tempomuzu yavaşlatıp, hayatı daha anlamlı, bereketli hale getirebiliriz.
Manevi, kültürel değerlerimizi modern hayatın hızlı temposunda ihmal ediyoruz. Komşumuzun cenazesinden bile on gün sonra haberdar oluyoruz. Yardımlaşma, paylaşma, bölüşme hasletleri yitik hazinemiz oldu. Mahalle kültürünün yerinde yeller esiyor; apartmana yerel değerlerimizi taşıyamadık, sitelerin maliki değil, mahkûmu olduk.
Avrupa’da gelişen, ancak henüz bizde taraftar bulmayan “Slow Cities” hareketinden haberdar olduğumda bunları düşündüm. Hızlı şekilde kentleşelim, batılı şehirlerde ne varsa bizde de o olsun kopyacılığı içimi acıttı. Kaybetmeye başladığımız şehir ruhuna yas tuttum.
Şimdi size, belediye idarecilerine “Slow Cities” modelini önereceğimi sanmayın. Şehre motorlu araç sokmayalım, kent içindeki büyük alışveriş merkezlerinden vazgeçelim, büyümemizi frenleyelim demiyorum. Sadece modelin ruhu üzerinde düşünelim diyorum. Bünyemize, tarihimize, kültürümüze uygun yeni şehircilik anlayışları geliştirme özlemi içindeyim.
Adamlar “Ortaçağ’dan ya da Rönesans Dönemi’nden kalma kentsel öğeleri korumak için” didinip durdukça benim hatırıma hovardaca ve hoyratça kendi haline bıraktığımız muhteşem tarih hazinemiz geliyor.
Onlar, “Bölgenin kültür ve geleneklerinin korunarak, simgeselleşmesine katkıda bulunup, yerli üretimi teşvik etmesi ve tüketicilerle, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için tercih edilebilir ortamlar ve mekânlar yaratmayı desteklemek” istiyorlar. Yerel tüm değerlerin muhafazası için seferber oluyorlar.
Ben de, şehir olarak benzer bir duyarlılık geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yukarıya aldığım “Yavaş Şehir şartları” bana pek sevimli geliyor. Onların korumak istediklerini biz henüz tamamıyla yitirmedik. Yitirmeden korumayı istiyorum.
Bir yandan gelişip büyürken, diğer yandan da şehrimizin ruhuna sahip çıkalım. Maddi ve manevi kalkınmada hız kesmeye gerek yok, ama günlük hayatta biz de “Yavaş şehir” olalım…
Bruna Sibille dediği gibi: “Bir şeyi netleştirelim: Yavaş Şehir olmak, her şeyi durdurup zamanı geri almak anlamına gelmiyor. Müzelerin içerisinde yaşamak istemiyoruz, tek istediğimiz modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek”
Evet, bizim de kentleşme politikamız, “Modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek” olmalı…
|